“ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN? (*)
Recep Nas
Çok
çok önceleri bilen öğretir anlayışı egemendi. Tek ölçüt öğreteceğini bilmekti,
biliyorsan, bildiğini öğretirsin de. Öğrenci öğrenmemişse kafasızdır, aptaldır,
geri zekâlıdır ya da tembeldir. Vur falakaya aklı başına gelsin. At tokadı,
öğretmenin vurduğu yerde gül biter zaten. Eti öğretmenin, kemiği ana-babanın.
Osmanlı'da ilk kez öğretmen okulu 1848'de açıldı, Darülmuallimin. Açıldı da
yetiştirdiği bir avuç öğretmen. Öncesinde de sonrasında da, mahalle
mekteplerinde, sarıklı, sakallı hocaların eline kaldı çocuklar.
Ortaçağın karanlığında yıldızlaşan
düşünürler gibi ışıkları bugüne uzanan öncü eğitimciler vardı tabii. Ama onların düşüncelerinin, önerdikleri
yöntemlerin kök salması, yayılması, anlaşılması çabucak olmadı, benimsenmeleri
zaman aldı. Froebel, Pestalozzi, Kerschensteiner, Montessori ... Bunlar
Batı'dan, bizden de Selim Sabit Efendi var, örneğin. Darülmuallimin'in ilk
öğrencilerinden biri, sonra da müdürü. Öğretmenlerin merhametli, sevecen,
sabırlı, geniş yürekli, eşitlikçi, kin gütmeyen, güzel ahlaklı insanların
arasından seçilmesini istemiştir. Öğretmen adaylarına da şöyle seslenmiştir:
“Şimdiden kendi kendinizi inceleyin, ölçün. Bu özellikler sizde yoksa şimdiden
meslekten çekilin. Çünkü çocuklar sizden zarar görebileceği gibi siz de
usanırsınız, ömrünüz üzüntüyle geçer.”
Hâlâ diyenler var, öğretmen olunmaz,
öğretmen doğulur. Yanlış, boşuna mı öğretmen adaylarına dört yıl boyunca dirsek
çürüttürüyoruz, mürekkep yalatıyoruz. Yine de
bir doğru yanı var. Öğretmenliğe yatkınlık diye bir kişilik özelliği
var, sakin, sabırlı, halden anlayan, cana yakın, sevgi dolu, sevecen...
Sonra sonra öğretmek için sadece bilgili
olmanın yetmeyeceği anlaşıldı. Öğretmen ayrıca öğretmesini, nasıl öğreteceğini
de bilecek. Dahası hangi yaştakilere öğretiyorsa onların psikolojisini
bilecek. İlkokul öğretmeniyse çocuk
psikolojisini, çocuklar nasıl öğreniyor, onu da
bilecek.
Öğretmen öğretir, bu anlayış da zamanla
aşıldı. Nasıl alıcı varsa satıcı vardır,
bunun gibi öğrenme varsa öğretme vardır. Öğretmen öğretmez aslında, öğrencinin
öğrenmesi için uygun ortamı hazırlar, güdüler,
kılavuzluk eder, yardımcı olur. Öğrenme
soluk alma gibi bireysel.
Günümüzde bilgi kaynağı çok, yakınımızda,
cebimizde. Yeter ki çocuk öğrenmeyi
öğrensin, bunu da yaşam boyu sürdürsün. Meraklı olsun, öğrenmenin o doyum olmaz
tadını tatsın. Öğretmenin alanında
bilgili olması da nasıl öğreteceğini bilmesi de yetmiyor artık. Daha başka
özelliklerle, artamlarla donanması gerekiyor öğretmenin. Carl Rogers'a göre üç
özellik çok önemli: saygı duyma, içtenlikli olma, eşduyum (empati)
kurma...Öğretmenlik zor, karşısında insan var çünkü. Tersten bakalım,
öğretmenlik kolay, çünkü karşısında insan var. Çocuk insandır. Çocukları
seviyorsanız, onlarla birlikte olmak sizi mutlu ediyorsa işiniz kolay. Çocuklar
size sarılıverirler. Ama sadece sevgi de yetmiyor, ayı yavrusunu severken
öldürürmüş. Demek ki sevginin yanı sıra saygı gerek.
Yemek yemek için aç olmak yetmez,
öğrencinin de bilgisiz olması öğrenmesi için yeterli değil. Açsınız ama
hastaysanız yiyemezsiniz. Yemek için ilkin iştah gerekir. Öğrenmek için de
öğrenme isteği, güdülenmiş olmak gerekir. Bu da yetmez, çocuğa göre bir
izlencenin, dahası öğrenmeye uygun fiziksel ortamın oluşturulması gerekir, okul
binasından tutun da sıralara, araca, kitaba kadar... Öğrenmek için sonuncul
koşul, olumlu ruhsal ortam. Öğretmen-öğrenci ilişkileri kötüyse, öğretmen asık
suratlıysa, öğrencileri sevmiyor da azarlıyor, aşağılıyor, dövüyorsa, onlarla
alay ediyorsa, böyle bir ruhsal ortamda
ilk üç koşulun anlamı, etkisi kalmaz.
Tabii izlence, yöntemler, araçlar,
fiziksel koşullar önemli, bunları yadsımıyorum. Ama ille de öğretmen-öğrenci işbirliğiyle
oluşturulacak ruhsal ortam, sınıftaki hava...
Öğretmenin niteliği neyse eğitimin
niteliği de odur. Teknolojik donanım ne
kadar üst düzeyde olsa da, basamaklar halıyla döşense de bir okul öğretmenleri
kadar iyidir. Öğretmenin kişiliği, niteliği, kuracağı etkili iletişim, sağlıklı
öğretmen- öğrenci ilişkileri izlenceden de yöntemden de araçtan da önemlidir,
değerlidir. Etkili öğretmen dersi iyi düzenlemesinin yanı sıra sevecen, neşeli,
şakacı, cana yakın olan, seven ve sevilen, saygı duyan ve saygı duyulan
öğretmendir. İşte – ışıklar içinde uyusun – sevgili hocamız Doğan Cüceloğlu,
Öğretmenim Bir Bakar mısın? adlı kitabında bunu kanıtlıyor.
27 yıl üniversitede öğretmenlik yaptım.
Hep aklımdaydı, en sevdiğiniz,- umarım yoktur – hiç sevmediğiniz öğretmeni
yazılı olarak anlatın diye istekte bulunmak... Bugün yarın derken yıllar
geçiverdi, soramadım. Ama Doğan Cüceloğlu 'sosyal medya'daki izleyicilerine
sormuş, çok da iyi etmiş.
İlk örnek kendisinden (s. 7-8). Bir adı
daha varmış, Mehmet. Ama o bilmiyor. İlkokula başladığı ilk gün. Sımsıcak sarılıp tek tek adlarını sormak
varken, ögretmen soğuk bir ses tonuyla adlarını okuyarak yoklama yapıyor.
Mehmet Doğan Cüceloğlu denince şaşırıp kalmış. Ben miyim, değil miyim?
Parmağımı kaldırsam mı, kaldırmasam mı? Yarım yamalak parmağını kaldırmış.
Öğretmenin, adını bile bilmiyor anlamındaki aşağılayıcı bakışı yetmiş ona. Eve
yorgun, utanmış, isteksiz, üzgün, ayaklarını sürüyerek dönmüş. Akşam da yorgan
döşek yatacak kadar hasta olmuş.Vurulan iğne de sinirine denk gelmiş, topal
olmuş. Bir yıl okula gidememiş. Ertesi yılki öğretmeni cıvıl cıvıl, sevecen
biriymiş. Başını okşamış, gülümsemiş. Bu kez hoplaya zıplaya dönmüş eve.
Öğretmenim beni seviyor, ben öğretmenimi seviyorum. İşte – yazmaya elim varmıyor
ama – kötü öğretmenin kötülüğü, iyi öğretmenin yarattığı tansık! Sistem
meselesi bu, tek tek öğretmen neyi değiştirir ki, dememem gerekir. İşte Türkiye
Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın savsözü: Bir çocuk değişir, Türkiye gelişir. Bir
de 'deniz yıldızı' öyküsünü anımsayın: Karaya vuran bir deniz yıldızını daha
denize atıyor: Bak, bunun için fark etti.
Ben 'dost öğretmen', 'dersin öğretmeni'
diye ayırıyordum. Cüceloğlu 'Öğretmen olan', 'öğretmenlik yapan' diye ayırıyor.
İlkine göre sınfta kendine özgü kişilikleri olan saygı, sevgi
duyulacak insanlar vardır. İkincisine göreyse sınıfta kafalarının bilgiyle
doldurulması gereken numaralandırılmış öğrenciler vardır. Dersini verir, işi
bitmiştir, çıkar gider.
Bir sınıf, öğretmenin birini çileden
çıkarmış, çıldırtmış. Cüceloğlu'na iletiyi gönderen öğretmeneyse o sınıf çok
iyi davranıyor, “ o öğretmene neden öyle davrandınız?” diye soruyor. Yanıt”
Çünkü o bizi sevmiyor, bunu bize hep hissettiriyor” (s. 103). Ben derdim,
dersimi seveceksiniz, seveceksiniz ki – öyle yoklama için değil – koşa koşa
geleceksiniz. Dersimi sevmeniz için beni seveceksiniz. Beni sevmeniz için de
benim sizi sevmem gerekir. Sevgi alışveriş değil, verişalıştır..
Bir öğretmen iletisinde”Beni en çok 'arıza
tipler' sever” diyor. “Çünkü onları, o herkesin çok sevdiği örnek öğrenciler
kadar çok severim. Tam da bu sebeple bir disiplin sorunu yaşamam, çünkü benim
dersimde hatırım için susarlar. Bence bu işin sırrı, öğrenciyi tanımak ve ona
değer vermektir” (s. 85). Tıpkı Şeker Portakalı'nın sokakta şeytan, okulda
melek olan Zeze'si gibi. Ne diyordu Zeze: Öğretmenim beni çok seviyordu, ben de
onu üzmezdim. Sevginin karşı konulamaz çekiciliği, sıcaklığı çocuğu kurallara
uymaya yöneltir.
İleti gönderenlerden biri ortaokuldayken yaşananlardan
söz ediyor, öğretmenlerden yakınıyor. Kızıyorlar, dövüyorlar, en ufak bir
yanlışlık yapınca azarlıyor, onun için bilsek bile el kaldırmaya çekiniyoruz,
diyor. Kendinden dinleyelim: “[Y]eni bir Türkçe öğretmeni geldi, H.R. Sınıfa
girince sıcacık bir gülümsemeyle kollarını açarak 'Merhaba arkadaşlar” dedi.
(...) Kendini tanıtıp birkaç soru sordu, kimse el kaldırmadı, âdet olduğu üzere
herkes suskundu. Gülümseyerek 'Herkes söz alacak, konuşacak, çekinmeyin,
cevabınız doğru ya da yanlış olabilir, hiç önemli değil' dedi, şaşırdık.
[H]ayatın farklı alanlarından örnekler sunardı, müfredatta olmayan yaşam
dersleri verirdi. Neşe içinde, heyecanla anlatırdı konuları, güldürür ve çokça
düşündürürdü bizi. Benim gibi uyumsuz, tembel öğrenciler bile onun dersini iple
çeker, diğer derslere göre daha çok çalışırdı. Sorularını cevaplamak için
yarışırdık âdeta” (s. 26). Cüceloğlu'nun yorumu şu: Öğretmen, öğrencisini
zihinsel, duygusal anlamda var eden, kuran kişidir. Böyle bir öğretmenin
öğrencisi var olmanın beş boyutunu da yaşar: varım, doğalım, değerliyim,
güçlüyüm, seviliyorum. (s. 26) Sinirbilim alanında yapılan
çalışmalara göre, sevildiğini, kabul edildiğini, onaylandığını duyumsayan çocuk
zihnini daha verimli, daha etkili kullanıyor (s. 93). Öyledir, zihin paraşüt
gibidir, açılmazsa bir işe yaramaz.
Başka bir
ileti: “(...) Abilerim benden 10 ve 12 yaş büyüklerdi. Ama onlardan duyduğum
eli sopalı, dayak atan, kötü müdür
anılarıydı. Okula dair böyle bir önyargıyla, babamla, abimle birlikte okula
yazılmaya gidecektik.(...) Kalbim küt küt atıyordu. (...) Heyecanla babamın
elinden tutarak kapıdan içeri girdik. (...) [B]ir kadın öğretmen hemen
masasından kalktı, fırladı kapının önüne. Beni karşılamak için koşarak yanıma
geldi. O an okulun girişi o güzel öğretmenin sesiyle yankılanıyordu: 'Benim
güzel gözlü oğlum gelmiiiiş!' (...) [O]
öğretmenden başkasına asla gitmezdim. Çünkü beni ayakta karşıladı, (...) yere
çömelip bana kollarını açarak kendisine sarılmamı ve koşmamı bekledi. Hemen
gidip sarıldığımı ve kucağına oturduğumu hatırlıyorum” (s. 18-19) Sevgiyle bir
kucaklaşma tüm önyargıları siliyor, öğretmeni de okulu da sevdiriyor.
İlk
izlenim son izlenimdir, etkisi yaşam boyu sürebilir. Şilili Biyolog Humberto
Maturana Romesin, yıllar süren çalışmalarının sonunda, insanın dil ve
uygarlık geliştirmesinin temelindeki en önemli itici gücün sevgi duygusu olduğunu
belirtmiştir (s. 155)
Bir veli anlatıyor. Oğlu ilkokul üçüncü
sınıfta, herkesce sevilip sayılan bir öğretmeni var. Veliler sınıfa bir
bilgisayar alıyorlar. Nöbetçi öğrenci bir gün masayı temizlerken bilgisayarı
düşürüyor. Çocuk korkudan titriyor. Arkadaşları, öğretmen ne diyecek, ne
yapacak, kaygıyla bekliyorlar. Öğretmen
diz çöküp öğrenciyle göz göze geliyor,
“Senden değerli değil!” diyor.
Öğretmen davranışın sonucuna değil,
davranışın arkasındaki niyete odaklanıyor (s.110-111)
Bir öğretmenin lise 3. sınıfta okuyan
yaramaz, çalışmayan, üstelik madde bağımlısı bir öğrencisi varmış. Bu
öğrencinin annesi bir gün okula geliyor. Giyiminden, her halinden belli ki yok
yoksul, ezik bir kadın. Oğlunun yanında,
“Hocam bizim çocuğun durumu nasıl?” diye
soruyor.
“Böyle terbiyeli, akıllı bir çocuk
yetiştirdiğiniz için size teşekkür ederim.Dersine biraz daha çalışırsa on
numara olacak”
Bu
sözleri duyan çocuk hüngür hüngür ağlamaya başlıyor: “Hocam hiçbir
öğretmen anneme böyle güzel sözler söylemedi.” O günden sonra çocuk olumlu
anlamda değişiyor, çevresini de değiştiriyor (s. 138-139). Öğretmen kazandı.
Yitirmek çok kolay, kazanmak zordur. Ne yazık ki kimileri bu zor olanı
seçemiyor. Bir müdür, okuldan kovmak istediği çocuğun annesi “Na'psın bu
çocuk?” diye sonuca, “Gitsin köpek taşlasın” diyor. Sorunlu bir çocuğu okuldan
kovmak, hastayı hastaneden atmak gibidir.
Örnekler çok, hepsi de ders verici.
Kitaba sığmamışlar ki ben yazıya sığdırayım. İşin özü: Öğretmen teknisyen
değildir. Eğitim insan insana etkili iletişim, etkileşim işi. Aslında
duygularımızla öğreniyoruz. Öğretme-öğrenme
sürecinin etkili, verimli olması için öğretmenle öğrenci arasında çok özel bir
ilişkinin, sevgi bağının kurulması gerekir. İyi öğretmenle iyi öğrenciyi
yaratan sağlıklı öğretmen-öğrenci ilişkileridir.
(*) ÖĞRETMENİM BİR BAKAR MISIN? 'Öğretmen'in
Gücü Üzerine/2018/2. Baskı/Doğan Cüceloğlu/208 s. İstanbul: Final Kültür Sanat Yayınları
NOT: Kitabı tanıtmak, alıntılar yapmak
için yayınevinden yazılı izin alınmıştır.
** Bu
yazı çinikitap dergisinde (Mayıs-Haziran 2024 Sayı: 84) yayımlanmıştır.
(25-26)