“ ÇAM OLAMAZSAN
ÇALI OL, AMA EN İYİSİ OL” (*)
Söyleşi: Birsen Sürmeli
Öğretmenim,
ilk sorumu,’üj bej’deşlik yakınlığıyla sorayım, Trakyalılık nasıl bi duygu be
ya?
Kiminle konuştuysam Trakyalıyı överdi.
Ağrı’da bir öğretmen anlatmıştı. Edirne’de askerken öğretmen diye yazıcı yapmışlar onu,
sık sık çarşıya çıkabiliyormuş. Günler geçiyor, çarşıda pazarda kavgaya
rastlamıyormuş. Şaşarmış, bu nasıl olur? Bir gün iki genç bağrış çağrış
birbirlerinin üzerine yürümüşler. Oh, dedim, diyor, şöyle tadıyla bir kavga
seyredeceğim. Bir duvarın dibine çekilmiş, bekliyor. Ama isteği olmamış,
çevreden yetişmişler, ayırmışlar. Barıştırıp ellerine de birer çay
tutuşturmuşlar. Bir ilköğretim müfettişi de asker ziyareti için Babaeski’ye gitmiş,
gece yarısı kızlar sokakta dolaşıyorlarmış, şaşırmış.
Trakyalı deyince ilk söylenen sakin,
dingin, mutlu insanlar oldukları… Trakyalıların – bir araştırma sonucu değil
ama – denebilir ki % 95’i göçmen, yani muhacir, Trakya ağzıyla ‘macur’ ya da
‘macır’. Batıdan gelmişler, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya… Hepsi
yok yoksul, emeğiyle geçiniyor. Başlangıçta herkesin varlığı aşağı yukarı aynı,
gelirler arasında uçurum yok. Herkes işinde gücünde, biri yiyip biri bakmıyor.
Siyasal yeğlemesini, sakinliğini ben buna bağlıyorum. Tabii aradan onca yıllar
geçti, Trakya da gelir dağılımının adaletsizliğinden payını aldı.
Fıkra
gibi anlatılır, olay on yıllar önce Bulgaristan’da olmuş ama, o insanlar şimdi
Trakya’da. Osman Aga‘nın komşusunun kışın ortasında samanı bitmiş. Samanın
altın değerinde olduğu günler… Nerden bulacak samanı, ama Osman Aga’da var. O
yıllarda güven var, insanlar erinçli. Ev kapılarına bile kilit vurulmuyor ki,
samanlık kilitlensin. Osman Aga samanlığının kapısını iple bağlayıveriyor.
Komşusu gecenin bir vakti, elinde çuval,
samanlığa giriyor. Selamünaleyküm Osman Aga, te be samancağızım bitti de
bir çuval alıp gitçem be yav, deyip
çuvalı doldurup gidiyor. Samanı bittikçe bu böyle sürüp gidiyor. Osman Aga aptal
değil ya, samanın azaldığını ayırt ediyor, hırsız mı acaba deyip bir gece
samanlığın bir köşesine sinip bekliyor. Komşusu gene geliyor, selamünaleyküm Osman
Aga, azıcık saman alıp gitçem be yav! Osman Aga, “aleykümselam, çabuk ol, al
git, ben hırsızı bekliyarım.” Böyle işte, komşusuna hırsızlığı konduramıyor,
komşusu da aklı sıra ödünç alıyor, hırsızlık yaptığını düşünmüyor.
‘Üj bej’ pek demem de, sözcüklerin
başındaki ‘h’leri ben de yutarım. İlkokuma-yazma dersinde bir tablo yapacaktık,
harf, hece, sözcük, tümce, metin diye başlıklar yazılacak. Bir öğrencim tahtaya
yazacak, ‘(h)arf’ yaz dedim, ‘arf’ yazdı. Ben nasıl gülüyorum… Hocam ben öyle
anladım dedi. Tabii öyle anlayacaksın, ben öyle söyledim dedim.
Hadi bir de fıkra anlatayım. Bizim Osman
Aga, (H)üsmen Aga, Ismayıl Aga kahvede bulmaca çözüyorlar. Osman Aga soruyor,
bir (h)ayvan adı, dört (h)arf. (H)üsmen Aga, a be yaz, (h)orozdur o be yav…
Ismayıl Aga durur mu, a be ne alatlarsın (acele edersin), belki (h)indidir be
yav…
“1944
Çorlu doğumludur.” Biyografinizin ilk cümlesi bu. Belli ki Istranca’nın deli
rüzgârları, çocukluk ve ilk gençlik yıllarınızda sizin de saçlarınızı taramış.
O günlerden neler kaldı sizde?
Ben köy
çocuğuyum, bununla övünüyorum demem ama… İnsan kendinin dışında olan şeylerle
övünmez. Doğduğu yerle, cinsiyetiyle, milliyetiyle… Köy çocuğu olmaktan,
Trakyalı olmaktan ötürü mutluyum, o başka…
Doğanın içinde büyüdüm ben, doyasıya oynayarak. Çocukluğumda topaç
dışında hazır oyuncağım olmadı. Hazır oyuncağımızın olmayışı aslında bizim için
bir fırsat yaratıyordu, oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Çelik çomakları,
uçurtmaları, telden tekerlekleri… Gereçlerimiz
kumdu, topraktı, çamurdu. Küme oyunları oynardık en çok, kuralları kendimiz
koyardık. Çelik çomak, saklambaç, körebe, üç (ya da beş) taş… Uzmanlara göre
çocukluğunda kendinden geçercesine oynayan çocuk büyüdüğünde de kendini işine
öyle kaptırıyormuş. Şimdiki çocuklar için üzülüyorum, ana-babalar sokağa
çıkarmıyorlar tehlikeli diye, hoş çocukların oynayacağı alan da yok. Oysa asıl
tehlike şimdi evin içinde, çocukların ellerinden düşürmedikleri tabletlerde,
telefonlarda…
Köyümüzden Çorlu Deresi akar. Çocukluğumda
tertemizdi suyu, köylüler suyunu içerdi. Yüzmeyi bu derede öğrendim ben. İlkin
İstanbul-Kazlıçeşme’deki deri işletmelerini dere boyuna taşıdılar, sonra da
çeşitli fabrikalar kuruldu. Kalkınacağız diye doğaya kıyıldı. Bir şarkıda
deniyor ya, biz büyüdük ve kirlendi dünya, öyle oldu. Amerika Suquamish
yerlilerinin şefi Seattle’ın sözünü
unuttuk: Son balık tutulduğunda, son dere kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde
‘beyaz adam’ paranın yenmeyeceğini anlayacak, ama çok geç.
Gençtik,
yurtseverdik. Delikanlıydık, yani kanı deli. Emeği en yüce değer bildik.
Gelecek güzel günler uzakta değildi. Nâzım
Hikmet’in dizeleriyle, motorları maviliklere süreceğiz diye haykırdık. Ama 12’den vurdular bizi, ilkin 12 Mart,
sonra da 12 Eylül… ‘Atatürk Türkiyesi’nden ne kaldı diye düşündüğüm,
kaygılandığım oluyor. Umutsuz muyum, hayır. Tarihin tekerleği geri dönmez.
1962’de bitirdiğiniz Kepirtepe İlköğretmen Okulu, bütün bir ülkeyi
aydınlatan Cumhuriyet ışıldaklarından biriydi ve 1937-1954 arasında Köy
Enstitüsü olarak eğitimin hizmetindeydi. Sizin bu okula girişinizden birkaç yıl
öncesine kadar Köy Enstitüsü olduğuna göre ilköğretmen okuluna bıraktığı bir
miras mutlaka vardır. Nelerdi bunlar?
İlkokulu bitirdim. Sınava gireceksin
dediler, kazanmışım, bir sınava daha gireceksin dediler, onu da kazanmışım. Ne
olacağım, nereye gireceğim, benim bildiğim yok. Kazandığım okul, Kepirtepe
İlköğretmen Okulu’ymuş. Şimdiki aklımla Köy Enstitüsü’nde okumayı ne kadar çok
isterdim, yaşım yetmedi.
Anabinanın alınlığındaki bir yazı silinmiş
ama izi kalmıştı: Kepirtepe Köy Enstitüsü. Ben bu yazıya bakar bakar ağlamaklı
olurdum, hüzünlenirdim. Enstitü ne, bilmiyorum. Beni hüzünlendiren ordaki ‘köy’
sözcüğüydü, burnumda tüten köyümü anımsatıyordu bana.
Köy Enstitüsü nedir, öğretmenlerden bir
açıklama duymadım. Demokrat Parti’nin azgın günleriymiş, çekiniyorlardı
besbelli. Köy Enstitülerinin 1947’de özü bozuldu, izlencelerinin içi
boşaltıldı, 1954’te de kapatıldı. Tabii Köy enstitülerinin izleri, esintileri
sürüyordu. % 80 oranında köy çocuğu alınıyordu. Her sınıf sırayla bir hafta
boyunca okulun çeşitli işlerini üstleniyordu. Dersliğimizi kendimiz
temizliyorduk, sobamızı kendimiz yakıyorduk. Okul yazın boş kalmazdı,
öğrenciler dönüşümlü olarak okula gelir, ağaç bakımına kadar çeşitli işleri
yaparlardı.
Öğrenci başkanlıklarının seçimi şenlikli
bir ortamda yapılırdı, demokrasiyi yaşayarak öğreniyorduk. Sorunumuz var diye
çağırdığımızda yüksünmez, erinmez sınıfımıza gelirdi müdür, dinlerdi bizi.
Şunu da belirteyim, biz laik eğitim aldık.
Kepirtepe’den
sonra 9 yıl köy okullarında öğretmenlik… Nerelerde, hangi koşullarda ve nasıl
bir öğretmenlikti bu süreçteki? En çok da bugünküyle karşılaştırmak için
öğretmen tutumu ve yaklaşımını merak ediyoruz.
Altı yıl
yatılı okudum. Devlet bizi barındırdı, yedirip içirdi, giyindirdi. Aziz Nesin’in deyişiyle, devlet halkın
vergileriyle yapıyordu bunu. Onun için halka hep borçlu duyumsadım kendimi.
Kolay ödenecek bir borç değildi bu. Halk çocuklarını Atatürkçülük ilkeleri
ışığında çağa uygun eğiterek ödenebilirdi belki. En başta da bilimsellik ve
akılcılık…
Ben ilkin Bursa-Gemlik-Narlı Köyü’ne
atandım, deniz kıyısında şirin bir köy… Denizden tekneyle ulaşımı vardı.
Gazetem her gün gelirdi. 1964’te ‘er öğretmen’ olarak Ordu-Ulubey-Dikenlice
köyü’ne atandım. Köylülerin deyimiyle ‘depebaşı’ bir köy. Üç mahalle var,
sacayağı gibi, birbirinden uzak ama. Bu üç mahallenin ortasına yapılmış okul.
Hiç komşum yok, yalan olmasın, bir komşum var, mezarlık… Önceki köyden sonra
burda sudan çıkmış balık gibiyim. Anadolu’nun acı gerçekleriyle yüzleştim.
Boşluğa düştüm ilkin. Yalnızım, bunalıyorum. Gündüz çocuklarla vakit çabuk
geçiyor da, bol yıldızlı uzun gecelerin sabahı olmak bilmiyor. Üzüntülüyüm ya,
birden aklıma Ridvan öğretmenimizin
(Tanrıseven) salık verdiği kitap
aklıma geldi. Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Dale
Carnegie’nin. Gazeteye ta Ankara’dan sürdürümcü olmuştum. Bu kitabı da
İstanbul’dan istedim, geldi. Kitaptaki bir şiir beni çok etkiledi. Douglas Molloch’un bir şiiri, ondan
birkaç dize: Eğer zirvede çam
olamazsan/Vadide bir çalı ol, ama ol/Derenin yanındaki en güzel çalı sen
ol//(…) Güneş olamazsan ol bir yıldız/İster büyük ol ister küçük/Her zaman en
iyisi ol yalnız
Bu
şiir benim aklımı başıma getirdi. Ben neyim, köy öğretmeniyim. Öyleyse bugünden
tezi yok, en iyi köy öğretmeni olmak için çalışacağım. Okumaya başladım.
Aslında ben okuyordum da – küçümsemek için söylemiyorum- keyfe keder şeyler,
öykü, roman, şiir… Eğitime, öğretime ilişkin de okumaya başladım. Okudukça
anladım ki ben öğretmenliğe ilişkin ben pek bir şey bilmiyormuşum, bilmediğimi
de bilmiyormuşum. A. Blanqui’ın
sözünü severim. Mide açlığa alışmaz, ama beyin çabucak alışır.
Tekirdağ-Saray
Kaymakamı Yaşar Cankoçak (‘Şair Ana’
Gülten Akın’ın eşi) beni ‘atipik’
köy öğretmeni diye tanıtırdı.
Sonra çok yerde öğretmen köyden koptu.
Öğretmenler ilçede oturup –köye değil-okula gidip geldiler. Sonra daha da
kötüsü oldu, köyler okulsuz kaldı, öğretmen köye taşınırken şimdi öğrenciler
kente taşınıyor.
9
yıl sonra ne oldu da öğretmenliği bıraktınız? Sizi 1971’de İstanbul Atatürk
Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü’ne yönlendiren etmenler nelerdi?
Öğretmenliği severek yapıyordum, mutluydum.
Çocukları, işimi seviyordum. Yükseköğrenim görmek aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Bir gün Tekirdağ-Saray İlköğretim Müdüründen - o yıllarda telefon
yok ya - bir pusula geldi, Edirne Eğitim Enstitüsü’nün açıldığını, Türkçe
bölümüne – üstelik sınavsız- öğrenci alınacağını, oraya başvurmamı istiyordu.
Sağ olsun, beni uygun görmüştü. Ama hiç ilgimi çekmedi, ikirciklenmedim bile,
gitmedim. İyi ama bundan iki yıl sonra neden okumak istemiştim, bunu görüşmede
seçici kurul üyeleri de sormuştu. Kitaplarını okuduğum öğretmenlerin derslerini
de almak, dahası kendimi geliştirmek istiyordum. Aslında benim aklımı çelen Köy
Enstitülü öğretmen - yazar Hasan Kıyafet
oldu. Bir gün, dedi ki “Sen okuyorsun, kendini yetiştiriyorsun, artık bir köye,
bir sınıfa sığmazsın. Şimdi sen koyaktaki bir avcısın, tarama alanın dar,
sınırlı. Okursan tepeye çıkarsın, tarama alanın genişler. Daha çok sınıfa,
öğrenciye ulaşırsın. İşte bu söz kandırdı beni.
Âlim Başaran’ın ‘Öğretmenim Müfettiş Geldi’ kitabındaki anılarından
sizin ne denli başarılı ve örnek bir müfettiş olduğunuzu okuduk. Yine de sizden
duymakta yarar var: Bugün 8 yıllık müfettişlik döneminize baktığınızda
özellikle bakanlığın denetim politikasını ve kendi müfettiş yaklaşımınızı nasıl
değerlendirirsiniz?
Ben müfettişliği kılavuzluk olarak gördüm,
soruşturma yanını hiç sevmedim. O yıllarda müfettişten, teftişten korkulurdu
ya, ben bunu bile beceremedim, ne öğretmenler korktu benden, ne de öğrenciler.
Bir okulda iki 5. Sınıf vardı, birine iki, öbürüne üç ders saati girdim. İki
ders saati girdiğim sınıfın öğrencileri bunu öğrenmişler, ertesi gün önümü
kestiler, bize bir ders borçlusunuz, bekliyoruz dediler.
Öğretmenin arkasından girerdim dersliğe,
göstermelik değil tabii, saygımdan. Ben gelip geçiciyim, bana düşen öğrencinin
gözünde öğretmeni daha da yüceleştirmek. İzin isterdim öğretmenden, öğrencilere
duyura duyura, çocuklarla konuşabilir miyim diye.
Öğretmenlerin bilgilerini tazelemek,
yenilemek için mesleki toplantılar yapardım. Öğretmenlere kılavuzluk etmek için
okuyor, kendimi geliştiriyordum. Bir öğretmenimiz uyarmıştı, müfettiş
olacaksınız, köy köy gezeceksiniz, yaya, katır sırtında… Okuyup kendinizi yenilemezseniz gün gelir alttaki mi
katır, üstteki mi, karışır diye.
Öğretmen nasıl köyden koparıldıysa,
müfettiş de koparıldı. Bizden önce müfettişler ilçelerde oturuyorlarmış,
böylece öğretmenlerle bire bir, yakın ilişki içinde oluyorlarmış. 1970’lerin
başlarında ‘kümeyle teftiş’e geçildi. Duyardım, 2000’li yıllarda müfettişler
bir minibüse doluşup gidiyorlarmış köylere, sınıflara dağılıp birkaç saat sonra
da ayrılıyorlarmış, sonra da öğretmenler ayrılıyor tabii. Hoş, şimdi ‘maarif
müfettişi’ sınıfa bile giremiyor. Bu yönetim denetlenmeyi sevmez.
1982’de Necatibey Yükseköğretmen Okulu’yla başlayan öğretmen yetiştirme
süreci var. Bu süreç, Uludağ Üniversitesi ve Pamukkale Üniversitesi’yle
sürüyor. İlkokul öğretmenliğiyle başlayan çalışma yaşamınız uzun yıllar
fakültede öğretmen yetiştirme ile tamamlanıyor. Şimdi bizim için üç
karşılaştırma yapabilir misiniz?
a.
O
yılların ilkokul öğretmenliği ile şimdinin sınıf öğretmenliği
b.
Sınıf
içindeki öğretmenlik ile bu öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi öğretmenliği
c. 1970’li yıllardaki öğretmen
yetiştirme ile şimdiki öğretmen yetiştirme sistemi
Köy
Enstitüsü çıkışlılar köyün önderiydi. Bizim kuşak köyün öğretmeni oldu. Köy
çocuğu köy çocuğunu okutuyordu. Şimdikiler sadece bir sınıfın öğretmeni. Öğretmenlik teknisyenliğe indirgendi,
çevreden bağı koparıldı.
Öğretmen okulları yatılıydı, öğrencilerle
öğretmenler gece gündüz birlikteydi, etkileşim içindeydi. ‘Öğretmen Marşı’nı coşkuyla söylerdik: Candan
açtık cehle karşı bir savaş… Böyle idealist yetiştirildik. Şimdiyse bu ideal
verilemiyor. Daha da kötüsü mezun olunca atanacağından kuşkulu öğretmen adayını
güdülemek çok zor. Atanmayan yüz binlerce öğretmen adayı var, bu yüzden canına
kıyanlar var. Atananlar mutlu mu sanki, sözleşmeli, daha da kötüsü ücretli
çalıştırılıyor çoğu, güvencesiz. 1980’lerde hiçbir şey olamazsam bari öğretmen
olayım deniyordu, şimdi o bile denemiyor. Mutsuz öğretmen mutlu öğrenci yetiştiremez.
1930’ların, 1940’ların saygın mesleği azımsanıyor, küçümseniyor bugün. Şimdiki
yönetimin bilimsel, akılcı eğitim verilsin, çocuklar 21. yüzyıl becerilerini
kazansınlar, eleştirel düşüne gücü geliştirsinler, yaratıcı olsunlar diye bir
düşüncesi, çabası yok. Tersine, cahil kalsın da beyninden, yoksul kalsın da
midesinden kendime bağlayayım, bunu istiyor.
Türkiye’nin de imzaladığı, ILO ile
UNESCO’nun ortaklaşa hazırladığı ‘Öğretmenlerin
Statüsü Tavsiyesi’ (5 Ekim 1966) savsaklanıyor, uygulanmıyor.
YÖK kurulup öğretmen yetiştiren kurumlar
üniversiteye bağlanınca yılların öğretmen yetiştirme birikimi yok edildi. Öğretmen
olmayan öğretmen yetiştirdi, ilkokulla ilişkisi sadece ilkokul öğrenciliği
olanlar ilkokul öğretmeni yetiştirdi. Şu var tabii, şimdikiler öğretim açısından
daha iyi yetişiyorlar. Öğretmen okullarında özel öğretime ilişkin tek ders
vardı, şimdiyse her dersin özel öğretimi var.
Kitaplarınıza
ancak gelebildik Recep öğretmenim. İçerikleri çocuk ve öğretmene dönük sekiz
kitabınız var. Dergimizde yayımlanan yazılarınıza gelen okur görüşleri de
esprili, sıcak ve etkili bir üslubunuzun olduğunu söylüyor. Biraz da yazma
serüveninizi anlatır mısınız? Tabii ‘masa üstü’ndeki son klasörleri de… Kimler
ve neden okumalı bu kitapları?
Kendine özgü biçem oluşturmak kolay
olmuyor. Çok okuyacaksın, çok yazacaksın. Yazacaksın, beğenmeyip yırtıp
atacaksın. Bir tümceyi gene gene değiştirdiğim çok olur. Hangi sözcük daha uygundur,
bunu çok düşünürüm. Okur tat alır mı, iletimi tam ve doğru anlar mı, alımlar
mı, buna çok dikkat ederim. Karşıdan okurum, başkasının gözüyle, gönlüyle…
İlkin elle yazarım, birkaç
karalamadan sonra olgunlaşmaya başlar yazı. Dinlendiririm, demlenmesini
beklerim bir süre, yeniden çalışırım üzerinde. Yalın, anlaşılır, konuşur gibi yazmaya özen
gösteririm. Kitabımın, yazımın kolay okunmasını, eğlenceli olmasını isterim.
Bunun için uygun düşen, anlamı zenginleştiren fıkraları, örnekleri, ilginç
öykücükleri serpiştiririm. Carlyle’ın
sözünü severim: Bir kitap yürekten gelmişse başka yüreklere ulaşabilir.
İlk kitabım 1999’da yayımlandı, mesleğimin
34. yılında. Geç mi kaldım, hayır. Bir genç ünlü bir yazara roman denemesini
sunmuş, okuyup eleştirmesini istemiş. Sonraki buluşmalarında yazar, delikanlı dol,
dol ki taşasın demiş. Öyledir, bolca okuyup yazıp, beyni besleyip doldurarak
sıra taşmaya gelince yazılır. 2005’ten önce ders kitaplarım çok satılıyordu,
üniversitelerde okutuluyordu. 2005’te izlenceleri değiştirdiler. Ben
kitaplarımı bu izlencelere göre yeniden düzenlemedim, dolayısıyla satışlar
azaldı. İlkokum-yazma öğretiminin yöntemini değiştirdiler, bu benim savunacağım
bir yöntem değil. Ben gelen ağam, giden paşam demem, yanardöner değilim. Son
baskısının önsözünde Pir Sultan Abdal
gibi dönen dönsün ben dönmezem yolumdan dedim. Bu bir katılık değil, bilimden
yana ilkeliliktir.
Recep
öğretmenim sizi yorduk. Ama size dair eksik bir şey de kalmasın. Bir gününüzün
kronolojisiyle bitirelim söyleşiyi. Nasıl geçiyor bir gününüz?
Yaşı ilerlemiş bir yazara, çok
çalışıyorsun, yavaşla, dinlen, demişler. O da, koşu yarışlarını izler misiniz
diye sormuş ve eklemiş, koşucular bitiş çizgisine yaklaştıkça hızlarını
artırırlar. Demokritos da,
yaşlanıyorum ama öğreniyorum dermiş. Türkiye’de bile günde yüz elli kitap
basılıyormuş, hangi birine yetişeceksin… Kitaplığımda beni de oku diye sırasını
bekleyen kitaplar var. Alanıma ilişkin kitaplar bir yana, romanı, öyküyü, şiiri
de savsaklamak istemiyorum. Dahası dergiler, gazeteler var. Günlerim okumakla,
yazmakla geçiyor, ama daha çok okumakla.
Kitaplarımı yeni baskıları için
hazırlıyorum. Bir kitabın yeni baskısını hazırlamak kolay iş değil.
Güncellenecek, eskiyen bilgiler çıkarılacak, yeni bilgiler, yeni araştırma
bulguları eklenecek. Bunlar üst üste yığılmayacak tabii, metinlerin içinde
yedirilecek. Saint Exupery’nin
dediği gibi, kusursuzluğa, eklenecek bir şey kalmayınca değil, çıkarılacak bir
şey kalmayınca ulaşılır.
Bugünlerde daha çok yazı yazıyorum.
Bursa’daki - üyesi olduğum - Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin çıkardığı Çağdaş
Bakış dergisine sürekli yazıyorum, biliyorsunuz Öğretmen Dünyası dergisi için
yazıyorum, arada bir de Cumhuriyet gazetesine yazıyorum.
Evcimenim ben, dışarda birkaç saatten sonra
sıkılmaya başlarım, evimi özlerim.
Öğretmen Dünyası Yayın Kurulu
adına çok teşekkür ederim öğretmenim.
Asıl ben teşekkür ederim, beni
onurlandırdınız. Öğretmen Dünyası’nın ilk sayısından bu yana sürdürümcüsüyüm. Dergimiz
beni eğitti, o benim vazgeçilmez bilgi kaynağım. Derginin yayımlanmasında emeği
geçenlere çok saygı duyuyorum, özveriyle, gönüllüce, özel yaşamlarından ödün
vererek çalışıyorlar, çaba gösteriyorlar.
(*) Bu söyleşi Öğretmen Dünyası dergisinde (Mayıs 2019 Sayı: 473) yayımlanmıştır.
(39-42)